fbpx

Bir Söz Fırtınalar Koparır

Bir söz fırtınalar koparır

Makale: Ümit Özkan

Önce Söz Vardı

Allah Âdem’e dünyada var ettiği elementlerden oluşan bir beden verdi. Bir bakıma küçük bir dünyaydı bu ilk insana bahşedilen; böylece varoluş sürecinde büyük bir bütün olan kâinatın minyatürü olarak gelmişti dünyaya. Sonra ona kendi ruhundan üflediği bir can verdi, işte bu candı onu insan kılan; taş olmaktan, toprak olmaktan, ağaç olmaktan, hayvan olmaktan kurtaran.

Ardından Allah, Âdem’e en kıymetli şeyi; isimleri öğretti. Okyanusta damla derecesinde de olsa ilminin bir parçasını hediye etmişti ona. O sayede Âdem insan olduğunu anladı. Melekler de Âdemi isimlerin babası olarak gördüler ve ilmi karşısında boyun eğip secde ettiler. Şeytan ise Âdem’i yine bu üstünlüğü yüzünden kıskandı da kendisinin ateş, onunsa çamurdan yaratıldığını öne sürüp kibirle Allah’ın buyruğuna karşı geldi.

Madem ki söz vardı, Âdem yalnız olamazdı. O nedenle Allah onun için bir dost, bir yaran, bir arkadaş olsun diye Havva’yı yarattı. Havva belki kelamı Âdem’den öğrendi ancak çırak, ustasını geçmişti. Sözün güzelini, tatlı dili keşfetti ve eşine en güzel sözleri o kadife sesiyle söyledi. Cennet bir kat daha cennet olmuştu. Monolog diyaloğa dönüşmüş, sosyal bir varlık çıkmıştı ortaya ve insanlık gerçek anlamını bulmuştu.

Sonra şeytan, Âdem’in kulağına cezbedici şeyler fısıldadı. Ona ölümsüzlüğü vadetti. Yasak meyvenin onlara ölümsüz bir nesil getireceğini söyledi. Kulağa hoş gelmişti bu sözler ve şeytana uydular. Tatlı sözün arkasındaki kötü niyeti fark edemeyip yasak meyveyi yine sözün tesiriyle birlikte tattılar.

Allah yapılan yanlışı ilahi azarla tekdir ederken ilahi kelamı kullandı. Yine sözle kovuldular cennetten, birbirinden ayrılan sevgililer ahu efgan ederken yalvarışlarını sözle dile getirdiler. Yaptıkları hata nedeniyle pişmanlık duyduklarında kendilerine öğretilen kelimeleri kullanarak Rablerine dua edip tövbekar oldular, Ulu Divan’a meramlarını kendilerine öğretilen sözle anlattılar.

Allah onları yeniden kavuşturduğunda ise yine sözle hasret giderdiler, birbirlerine en güzel kelimelerle hitap edip en tatlı ifadelerle aşklarını yenilediler. Sonrasında çoluk çocuğa karıştılar, sözü nesilden nesle aktarılmak üzere çocuklarına da öğrettiler.

Habil ve Kabil onların evladıydılar. Her ikisine de söz tılsımını öğretmişlerdi. Öğretmişlerdi ama Kabil kelamın hakkını verememiş, sözle elde edemediğini kaba kuvvetle almaya kalkmış; neticede söz susmuş, kötülük konuşmuştu. İlk katle giden yolun taşlarını sözün susması döşemişti. Konuşarak anlaşamayanlar dövüşerek konuşurlardı. Konuşmayı bilmeyenler kaba kuvvet kullanırlardı. Konuşacak şeyi olmayanların yapacağı şey şayet susmak olmazsa kötülük olabilirdi. Söz susarsa insanlık ölürdü. İnsan ancak konuşarak insan olurdu. Kabil bunu ilk gören ve gösterendi. Sonraki nesiller boyu da ilk kötü örnek olarak anılacak, ibretlik hikayesi sözle anlatılacaktı.

Burada üstünde durulması gereken bir şey daha var: Öncelikle eşyanın isimleri Âdem’e öğretildi, yani Âdem kendisi öğrenmedi. Demek ki ilmin temelinde talim vardı, yani öğretme/eğitme vardı. İkinci olarak da Âdem’e öğretilen ilk şey isimlerdi; yani kelimelerdi; konuşmak için, iletişim için zorunluydu kelime. Cümle kurmak, meramını anlatmak, karşısındakine duygularını anlatmak için gerekliydi. Duanın da bir dili vardı. Sözsüz olarak, hâliyle de dua edebilirdi elbet ancak Allah, kelamı tercih etmiş ve ona kelimeleri öğretmişti. Demek ki kul olmanın yolu da kelimelerden geçiyordu.

Allah insana duyguyu vermişti. Sonra bu duyguyu ifade etmesi için ona kelamı bahşetti. Sevgisini, nefretini, sevincini, mutluluğunu, üzüntüsünü, kızgınlığını anlatsın diye sözü öğretmişti. Bazen içini döksün, bazen derdini anlatsın, bazen de karşıdakiyle tartışsın, bir şeyler üretsin, hatta bazen kavga etsin, kızgınlığını dile getirsin diyeydi kelimelerin varlığı. Söz susmamalıydı. Söz susarsa insan, insan olmaktan çıkardı. Söz susarsa insan olma özelliğini kaybederdi Âdemoğlu.

İşte önce söz vardı ve söz, insanı insan kılmak için vardı.

 

Sonra da Söz Vardı

“İnsan konuşan hayvandır” demişti Descartes; bir bakıma haklıydı. Zira insan dışında hiçbir yaratık konuşamıyordu (papağanlıkları saymıyoruz). İnsanın diğer canlılardan ayrılmasında birinci basamaktı kelam. Söz vardı ve söz insanın yeryüzünde Allah’ı temsil etmesinde en büyük etkendi. Zira sözle hükmettiler kalabalıklara, sözle yürüttüler orduları, söz oldu savaş başlattı, söz oldu savaş kesti. Söz ile yönettiler koca koca ülkeleri, kervanlar sözle yürüdü, emtia sözle alınıp satıldı. Ekonomiler, politikalar sözle yön buldu. Din, ahlak sözle yayıldı, insanların hayatına harç oldu. İlim, isimler hazinesiydi, edebiyat kelimeler zinciri. İlmin de edebiyatın da felsefenin de devranı kelamla yürüdü. Fikirler sözle üretildi, bilgiler sözle iletildi gelecek nesillere.

Söze bakılmadı da söyleyene bakıldı bazen, bazen de “Söyleyen önemli değil, sen ne dediğine bak.” dediler. Zira doğru her kimden gelirse gelsin doğruydu. İlmin kibrine tahammül etmek lazımdı şayet öğrenmek istiyorsan. İlim talep edilendi/istenendi, o nedenle bir dönem bu anlamda ‘talebe’ dendi taliplerine/isteyenlere. İlim bir ihtiyaçtı, birileri talep edecekti ki o bilgi isteyenin olabilsin. Şimdilerde öğrenci (öğrenici) diyorlar, etkenden çok edilgen olsa da amaç ilim sahibi olmaksa sonuç pek değişmiyor nasıl olsa.

Kant; “İnsan eleştiren bir hayvandır.” demişti bir keresinde. Eleştirmek için ise dil gerekiyordu. Yani söz olmasa, kelime olmasa, kelam sussa kimse kimseyi eleştiremezdi. İnsanın bir yanı doğruyu bulmak için çabalamayı gerektiriyordu. Yanlışı ise kıyasıya eleştirmeliydi. Zira yanlış bilinmezse doğru anlaşılamazdı. Yanlış eleştirilmezse doğru galip gelemezdi. Kopernik, “Dünya güneşin etrafında dönüyor.” diyerek eski/köhne fikirlere başkaldırmasa belki de bilim yerinde saymaya devam edecekti. Sözün cesareti ne derece yüksekse hedefe varma olasılığı, başarıya ulaşma ihtimali o derece artıyordu.

Aristo’nun hocası Platon daha yıllar öncesinde, “İnsan sosyal bir hayvandır.” sonucuna varmıştı. Kısmen bu söz de doğruydu. Söz, insanları bir araya getirmişti. İnsanlar ‘konuşa konuşa’ anlaşmış, ortak yaşamayı öğrenmişlerdi. İsteklerini de muhatabının taleplerini de konuşarak ve karşılıklı söz alışverişiyle iletiyorlardı birbirlerine.  Söz olmasa birlik de dirlik de olmazdı. Kelimeler birer tuğla gibi örmüştü ilişkileri.

Elbette her şey söz demek değildi. Bazen kelimeler olmadan da ifade edilirdi gerçekler. Söz olmadan da duygular gösterilebilirdi. Jestler ve mimikler birer sessiz kelime görevi görebilirdi ancak bir yere kadar. Söz ışık hızında yayılırken dünyaya sözsüz iletişim kaplumbağa hızında kalırdı.

Ancak sözün bir handikapı vardı; ‘söz uçar’dı. Bugün söylesen yarına hafızalarda belki kalır ama bir süre sonra mutlaka unutulur giderdi. İşte o aşamada devreye yazı girdi. Yazmanın büyülü iklimi kapladı insanlığı.

 

“Oku!” ve “Düşün!”

Önce okuyacaksınız; doğanın o muhteşem satırlarını kutsal bir heyecanla okuyacaksınız. İnsanları okuyacaksınız; insanların tutkularını, sevinçlerini, umutlarını, öfkelerini, gururlarını, hayal kırıklıklarını, inkisarlarını, mutluluklarını, aşklarını, nefretlerini… Her yönüyle insanı okuyacak, tanıyacaksınız.

Toplumu okuyacaksınız; kitleleri, kütleleri, cemiyeti, grupları, akımları, takımları, akınları, ideolojik hareketleri, sosyolojik başkaldırıları, devrimleri, devrilişleri, devrimcilikleri, devrilenleri, devirenleri okuyacaksınız.

Hayatı gözlemleyecek, gördüğünüz her şeyi, her cismi, her olayı merakla inceleyecek, onları/olanları algılamaya çalışacaksınız.

Her türlü kitabın kapağını kaldırmada tereddüt etmeyecek; az veya çok her birinden birkaç parça, üç beş satır da olsa okuyacak, değerlendirecek, anlamaya çalışacaksınız.

Olayları, olayların oluşumunu, ne, neden ne zaman, nasıl, nerede hep merak edeceksiniz. “Kim?” diye sormada tereddüt etmeyeceksiniz. Felsefenin soru işaretlerini hayatın her alanında korkusuzca kullanmasını bileceksiniz. Sırf sormak için değil; anlamak için, bilmek uğruna birer orak gibi soru işaretiyle şüpheleri biçeceksiniz.

Soruları, bilinmezin kapılarını açan birer anahtar gibi kullanacaksınız. Karanlık dehlizleri birer lamba gibi sorularınızla aydınlatacaksınız.

Sonra düşüneceksiniz; hayata dair okuduğunuz her parçayı, doğumu, ölümü, geçmişi geleceği, olanları, olmayanları, olabilecekleri düşünecek ve yorumlayacaksınız. Hayatı anlamak için, kendinizi anlamak için, toplumu anlamak için, dünyayı anlamak için düşüneceksiniz.

Zira düşünmeden kabul eden, düşünmeden yapan, düşünmeden konuşan, düşünmeden yaşayan insanların hayvandan bir farkı yoktur. Düşünmek insanı insan yapan kutsal eylemdir. “İnsan düşünen hayvandır” demişti Aristo. İşin aslı “İnsan düşündüğü için hayvan değildir,” demeliydi. “Düşündüğü ve hissettiği için hayvanlardan ayrılır ve insan vasfını alır,” demeliydi.

 

Ümit Özkan